Bu yıl okulların açılışının Kurban Bayramı ertesine alınması, memleketin yoğun ve kasvetli gündeminden bir nebze olsun sıyrılıp, ülkem coğrafyasının nadide köşelerinde, birbirinden güzel etkinlikler yapmamızı mümkün kıldı. Her yıl Eylül ayının ilk haftasında gerçekleştirdiğimiz geleneksel Aladağlar etkinliğini 19 Eylül ve ötesine kaydırmış olduk. İyi de yapmışız…
İzmir-Niğde rotasını belirlerken ilk hafta panoramik ve pratik Batı Anadolu turu, ikinci hafta ise Aladağlar etkinliği planladık. İzmir’den hareketle, ilk durağımız olan Pamukkale’ye ulaştık. Termal havuz, Traverten, Antik Havuz, Anfi Tiyatro, ördek, kaz ve nice etkinliklerin tadını çıkardıktan sonra ver elini Muğla Akyaka… Otele yerleşme, havanın dinginliği, horoz sesleriyle uyanma, sabah yürüyüşü, tekne gezisi, Sedir Adası, muhteşem Azmak turu, rahmetli Oktay Akbal üstadımızın eşi Ayla hanıma taziye ziyareti, Akyaka’dan ayrılma, Kaş-Kalkan üzerinden Antalya-Kemer’e ulaşma, Çamyuva’da konaklama, at binme, ince kahvaltı, tekrar yola koyulma, Manavgat-Seydişehir üzerinden Konya’ya vasıl olma, Hz. Mevlâna Dergâhı ziyareti, Öz Konya Kaşık Ekibi, Kör Ahmet, Cennet Nuri, Etli Ekmek-Tandır, Peynir Şekeri derken akşam vakti Niğde’ye ulaşma, vakit kaybetmeksizin Çamardı’ya doğru yola koyulma ve Çukurbağ’da geceleme… İki haftalık uzatmalı tatilimizin ilk haftası böyle geçmiş oldu… Çocukların olağanüstü keyif aldığı, Batı Anadolu’nun sıra dışı coğrafyasında muhteşem etkinlikler yaptığımız dolu dolu bir haftayı geride bıraktık…
Kurban Bayramını ise Çamardı’daki elma bahçemizde annem ve teyzemle beraber geçirmeyi planlamıştık. Böylelikle hem aile büyüklerimizle beraber olacak, hem de çocuklara atalarının topraklarını tanıtıp, ekşi-tatlı bağımızın koruğundan, elmamızdan, cevizimizden tattıracak, yöresel lezzetler sunacaktık. Niğde ziyareti için yılın en güzel zamanlarıydı… Sonbahar güneşi ne yakıyor, ne de üşütüyor, günbatımında akşamlar tatlı bir serinliğe bürünüyordu. Kadim elma bahçemiz vadi içinde olduğundan akşam erken inerdi buralara…
Elmalar kızarmaya yüz tutmuş, armutlar kıvama gelmiş, üzümler olgunlaşmış, şıra kaynatma, pekmez yapma vakti gelmişti. Günler bir nebze olsun kısalmış olsa da ideal hava şartları, dağ ve trekking tutkunları için harika imkanlar sağlıyor, fotoğraf sevdalıları ise istedikleri açıyla ışık yakalamanın keyfini sürüyorlardı. Sonbahar güneşi Ören vadisi – Kartalkaya hattının ardında kaybolduğunda, Aladağların kızıllığı başlıyor, seyre doyum olmayan manzaralar ortaya çıkıyordu. Yegane sıkıntımız, evimizin altından akmakta olan derenin üzerinin kapatılması dolayısıyla Karapınar gözelerinden kaynayıp gelen suyun terapi kıvamındaki şırıltısından mahrum kalmamız, tatlı serinliğinden istifade edemememizdi. Ancak, bu durumu tersine çevirmeye çalışmanın imkânı ve anlamı yoktu. Demek ki böyle olması icap ediyordu. Belki bunda da bir hayır vardı. Bu tatsız vaziyeti sineye çekmekten ve ortamın keyfini çıkarmaktan başka çaremiz olmadığını geçen sene anlamıştık. Yurdun her tarafında buna benzer talihsizlikler yaşanmaktaydı. “Yaptım oldu” zihniyetiyle doğal ortama müdahale had safhadaydı. Zaman zaman, tabiat ana intikamını almıyor değildi ancak durumdan ders çıkarma/ibret alma gibi bir âdetimiz olmadığından bu çarpık düzen ve anlamsız yapılaşma sürüp gidiyordu. İnşaat ruhsatı alınması imkânsız dere yataklarına çok katlı binalar, siteler inşa ediliyor, meralar-yaylalar yapılaşmaya açılıyor, ormanlar maden çıkarmak için talan ediliyor, akarsuların önü kesiliyor, HES’ler yurdun dört bir tarafını sarıyordu. Ama sonunda su akıyor, yolunu buluyordu. Yurt sathında; özellikle de Karadeniz Bölgesi’nde son yıllarda olağanüstü yoğunlukta yağışlar, seller, toprak kaymaları meydana geliyor, nice ocaklar sönüyor, tarla tapan, dana düve telef oluyordu. Biz tabiata zulmettikçe İlâhî Nizam er geç tezahür ediyor, biz fanilere acı gelen sonuçlar doğuruyordu. Yaşanan yıkımları fıtrata/kadere bağlayan yetkililer, koltuk uğruna, maaş/avanta uğruna gerçekleri görmezden, anlamazdan gelerek yaralarımıza tuz basmaya devam ediyorlardı. Kolektif zihin tutulmasının en muhteşem örneklerinin sergilendiği ülkemizde, akıl almaz olaylar sıradan hale gelmişti. Kıyamet alametlerinden birisi de, asla olmaz/olamaz denen şeylerin olur hale gelmesiydi… Bu düzen böyle gelmiş böyle gitmekteydi. Olan bitenin ilahi bir planın parçası olduğunu kabullenmekten başka elden gelen bir şey yoktu… Yel değirmenlerine savaş açmak neye yarardı?
Son yıllarda artan doğal afet ve çevre felaketleri daha önce görülmemiş fenomenlere yol açıyor artık… Geçmiş yıllarda ülkemizde bu kadar ağır hasara yol açan seller olur muydu? Sokakta yürüyen insanların üzerine yıldırım düşer miydi? Çöl tozu yağmuru bilinir miydi? Ya da araba ve evlere hasar verecek şiddette hortum olur muydu? Küresel ısınmanın, çölleşmenin, tabiata verdiğimiz hasarın sonuçları olduğu besbelli tüm bunların… Arap ülkelerine benzemeye başladık her halimizle… Piyasadaki otomobillerin yüzde altmışının beyaz ve gri olması başka neyle açıklanır?
Bu düşünceleri ve duygu yoğunluğunu dağıtmanın en iyi yolu dağlara tırmanmak, doğanın içinde her şeyi akışına bırakmak diye düşündüğümüzden Aladağlar’ın bağrında bir iki gün geçirip gönlümüzü ferahlattık, fabrika ayarlarımıza döndük.
ÇUKURBAĞ’IN YENİ YÜZÜ
19 Eylül 2015 Cumartesi akşamı Çukurbağ Köyü’ne inip sevgili dostumuz Ahmet Üçer’in pansiyonuna ailecek vasıl olduk. Terra Anatolia firmasının bölge sorumlusu Ahmet kardeşimizin, konar-göçer turistin konaklamasına yönelik pansiyonu, sonunda hizmete açılmıştı. Biz de akşam vakti çoluk çocuk, postu Ahmet’in mekânına serdik. Tek katlı aşı boyalı yeni bina, tertemiz bir ortam, aile sıcaklığı, samimi sohbet, demli çay, sakız gibi yataklar, vitrifiye tuvalet, hâsılı her türlü konfor elimizin altındaydı. Bir de buna tereyağlı, ballı, dürümlü-bazlamalı kahvaltı eklenince sefamıza son noktayı koymuş oluyorduk. Tek eksiğimiz eşek anırtısı, horoz sesi ve köy kokusuydu… Yetmiş ve seksenli yılların başında tank sesiyle uyanmaya alışkın kuşağımız için horoz sesi pastoral hayatın olmazsa olmazıydı. Seyahatimizin ilk günlerinde Muğla-Akyaka’da gün doğarken dinlediğimiz tanyeli horozlarının ahenkli ötüşlerini ne yazık ki Çukurbağ’da duyamadık, hatta tüm evcil kanatlılar yok olmuş gibiydi. Memlekette at-eşek popülasyonu ciddi oranda azaldığından, kişneme ve anırtılar da kaybolup gitmiş, yurdum köylerinin alamet-i farikası halis tezek kokusu hissedilmez olmuştu. Köy ve kırsala ait vazgeçilmez unsurlar bir bir yok olmaktaydı.
Yurt genelinde pek kimse, eskisi gibi “üç beş cülük alayım, iki tahta çatıp kümes yapayım, horuz-tavuk yetiştireyim, avluya, gübreye salayım eşelensin” diye düşünmüyor, südü, yumurtayı bakkaldan alıyor, katkılı beyaz ekmek yeme hevesindeki köylü kardeşim ana akım medyanın reklam ve dizilerine teşne oluyordu. Köylü, eskisi gibi erkenden kalkıp tarlaya tapana varayım, akpakla suvarayım, çapa yapayım, davar güdeyim demiyor, salçayı, soğanı, biberi, ekmeği, peyniri zincir marketlerden tedarik ediyor, BİMci oluyordu. Halkım tembelliğe alışmıştı gayri… Gerçek şu ki; tarım ve hayvancılığımızın bugün geldiği nokta pek iç açıcı değildi…
Örneğin 30 yıl önce memleket genelinde 1 milyon olan manda sayısı, günümüzde 84 bine düşmüş, ithal sığıra ağırlık verilmişti. Hâlbuki mandanın ömrü uzun, yetiştirmesi kolay, eti sütü kıymetliydi. Ülke sathındaki manda popülasyonunun azalması, bataklık ve sulak alanların kuruması/kurutulması ile doğru orantılı olduğu aşikârdı. Yüzyıllardır hayvancılıkla geçinen Anadolu kavimlerinin torunları, mandayla, malakla uğraşmak istemiyordu. Besicilik yapmak günden güne zorlaşmış, kırsal hayatın tadı kaçmıştı. Yem pahalı, mazot pahalı, işçilik pahalıydı. Muazzam tezgâhlarla ithalata bağımlı hale getirilmiştik. Yurdum insanı gaflet uykusundan uyanana kadar, Atı Alan Üsküdar’ı Geçmiş, bizlere de dizimizi dövüp ah vah etmek kalmıştı. Biz eşek olduktan sonra palan vuran çok olurdu.
Otuz-otuz beş yıl öncesinde Aladağlar bölgesine ulaşmak için, delik deşik ve tozlu Çamardı yolu tek seçenekti. Ören-Üçkapılı üzerinden kıvrılıp giden yol henüz ıslah edilmemişti. Yoldan geçen davar sürüleri yüzünden Çamardı yolu uzar da uzardı. Ovacık’tan başlayarak, Şıhlar (Elmalı) Kavlaktepe, Bademdere, Eynelli Özü; her köyün, her mezranın sürüsü ayrı idi. Şimdilerde Niğde-Çamardı karayolundan hiç sürü geçmediğini gözlemlemiş, Demirkazık (Karamık) ve Çukurbağ köylerine ait sürülerin otlatılmasının da Milli Parkçıların insaf ve himmetine kalmak üzere olduğunu tesbit etmiştik.
YAYLALARIN FERYADI
Bu sene kampların tadı yoktu Aladağlarda… Terör belasına, Ağrı Dağı tırmanışa kapatılınca Demavend, Sobek, Terra Anatolia ve Dijon firmaları ciddi anlamda etkilenmişlerdi. Geçen yılki rezervasyonların iptal edilmeyen kısımları bu yılı idare etmişti. Seneye Allah kerimdi… Bazı firmalar, Ağrı Dağı turlarını Kaçkarlar’a yönlendirerek durumlarını kurtarmışlardı. Ülke turizmi ciddi kayıplar veriyor, bundan Dağ Turizmi de nasibini alıyordu. Bu durumun yaratılmasında yabancı acentelerin büyük payı olduğu söyleniyordu. Ülkemizin her yerinde savaş varmış gibi yaygara koparıldığı konusunda duyumlar olduğu kulağımıza gelmiş, Türkiye’ye seyahat etmeye çekinen ecnebi arkadaşları başka destinasyonlara yönlendirdiklerinden dolayı yerel acenteler zor duruma düşmüşlerdi.
Turizmin mevcut haline ve akıbetine kafa yorarken geleneksel yaylacılığın ne halde olduğunu da yerinde inceleme fırsatımız oldu etkinliğimiz boyunca…
Vadiye girdiğimizde Emli’nin değişmez karakteri çoban Gökhan hemencecik yanımıza seyirtip iki arada bir derede derdini döktü bize… Milli Parkçıların, köyün sürüsüne rahat vermediğini, kendisini de sürekli rahatsız ettiklerini, zora koştuklarından yakındı. Yaylacılığın neredeyse bitme noktasına geldiği günümüzde çoban Gökhan’ın tek başına verdiği mücadele takdire şayan… Milli Parkçıların derdi esasında davarı Emli Vadisi’ne hiç sokmamak. Ancak Milli Parklar yönetmeliğinde park statüsü verilen alanlarda geleneksel yaşamın korunmasına dair açık hüküm bulunuyor. Orman İdaresi’nin başlıca görevi Aladağlar bölgesindeki flora ve faunanın korunması ve kaçak avcılığın önlenmesi. Bu yüzden endemik bitkiler yok olmasın, ağaçlar rahatça sürgün versin düşüncesiyle sürü otlatmayı önlemeye çalışıyorlar. Ancak görevlerini ifa ederken kara düzen gidiyorlar. Bunu fenni ve ilmi yöntemleri olduğunu biliyorum. Bölgenin otlatma potansiyelinin envanteri çıkarılıp ona göre sürüdeki birey sayısı tespit edilir ve otlatmaya kontrollü olarak izin verilir. Ancak bugüne kadar bu ve benzer çerçevede bir çalışma yapılmış değil.
Ayrıca Sarı Memedin Yurdu’na ağaç dikilmesine de izin verilmemesi tartışma konusu… Dostumuz Ahmet Üçer’in kamp alanına gölge yapsın diye diktiği tüm söğütleri sökmüşler. Oysa diğer kamp alanlarına önceden dikilen söğütler büyümüş, gölge yapmaya başlamış bile… Bütün bu tartışmalar içinde arada kalan yine Emli’nin kadim korucusu Sadettin oluyor. Sadettin Taşyalak, Aladağlar’ın efsane sarpçısı ve rehberi rahmetli Mehmet Ağa’nın oğlu… Onun bizlere emaneti. Sadettin efendi Milli Park hudutlarından geleni geçiriyor, konanı göçürüyor, elinde koçan kâh kampçı ve ziyaretçilere bilet kesiyor, kâh kaçak avcıyı Jandarma’ya ihbar ediyor. Bir tarafta Orman İdaresi diğer tarafta kendi köyünün sürüsü, çoban Gökhan’ın mücadelesi ve atalarının bin yıldır koyun güttüğü yaylalar… Velhasıl işi zor Sadettin kardeşimizin… Milli parkçıların sistemsizliği ve beceriksizliği nedeniyle, her dağa gelenle o muhatap olmak durumunda ve çoğunlukla da “çöpleri toplayın, ormana piknikçi sokmayın biz de ücret ödeyelim” itirazlarına göğüs germek zorunda…
EMLİ VADİSİ’NE OTOPARK YAPMAK
Çukurbağ-Martı Mahallesi çıkışından Emli’ye doğru uzanan ham toprak/stabilize yolun asfaltlandığını gördük. Neyse ki taze asfaltın, soldaki damlara doğru uzandığını, vadi içine girmediğini fark ettik. Bugünün idarecileri icraatlarını beton ve asfalt fetişi üzerinden kurmuş durumdalar. Her yere asfalt dökmek kolay çözüm gibilerine geliyor. Yeşile, ağaca, kurda, kuşa düşmanlık moda oldu son on, on beş yıl zarfında… İnsanın yaşama sevincini sekteye uğratan düzenlemeler canımızı fena halde sıkar hale geldi. Toplu konut ve AVM çılgınlığı öyle boyutlar aldı ki nerede bir yeşil alan, nefes alacak mahalle parkı, koru kalıntısı veya relikt orman bulsalar tez elden yok edilmesi için seferber oluyorlar. Sanki görünmez bir el devreye giriyor, cennet ülkemizin Dubaileşme, Katarlaşma süreci için uğraş veriyorlar. Bu arkadaşlar kendilerinden o kadar eminler ki bu dünyayı kendilerine zehir zindan edip öte dünyada bülbüller öten cennet bahçelerinde sefahat içinde yaşarım nasıl olsa diye setlemişler zihinlerini. Olanlara başka bir açıklama getiremiyoruz artık…
Emli Vadisi’nin girişindeki Sarı Memedin Yurdu’na akla ziyan bir otopark yapılmış. Bir de bekçi kulübesi kondurmuşlar derme çatma… Buraya bir değnekçi koyup park parası almayı planlıyorlar demek ki… Neyse ki işin bilincinde olan dağcılar ve doğaseverler, Orman İdaresine gereken mesajı vermişler, sözde otoparkın parke taşlarını ucundan sökmeye başlamışlar. Eğer bu taşları döşedikleri gibi sökmezlerse dağcılar nasıl olsa söküp atacak… Geleneksel yaylaya ve ana kamp alanının içine böyle bir otopark yapılması kabul edilir şey değil!
BÜYÜK MANGIRCI ORMAN YÜRÜYÜŞÜ
Sarı Memedin Yurdu’na vardığımızda, Cengiz ve Mustafa hocaların iki gündür burada kamp attığını ve Ardıç ağacı ile Ardıç kuşu üzerine bir çalışma yaptıklarını biliyorduk. Büyük oğlumuz Alp’le beni, hazır demlenmiş çay ve pratik bir kahvaltıyla karşıladılar. Geçen yıl Emli Boğazı’na kamp atıp Cengiz hocanın belirlediği rota üzerinden Oluk Sekisi Yaylası’na günübirlik çok keyifli bir çıkış yapmıştık. Artık geleneksel hale gelen etkinliğimizi bu yıl da aynı kadro ile (Cengiz hoca, Mustafa hoca, Alp ve Alper) gerçekleştirdik. Bu yıl Kaletepe zirvesini hedeflemiştik ancak havanın bozması ihtimaline karşı riske girmemeyi ve rotayı kısaltıp Büyük Mangırcı ormanında bir yürüyüş yapmayı tercih ettik.
Mangırcı vadisi boyunca orman içinde yükselirken, Toros Göknarları’na musallat olan ökse otu ve kabuk böceği nedeniyle bu endemik ağaçların biraz daha tahrip olduğunu görmek bizi ziyadesiyle üzdü. Cengiz hoca, değişen iklim koşulları nedeniyle ormanın kuraklık stresi yaşadığını, ağaçları kurutan canlıların daha aktif ve yaygın olmak için uygun koşullar bulduğunu, bunun maalesef doğal bir süreç olduğunu anlattı. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Niğde Üniversitesi ve Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü ile ortak bir çalışma başlatıldığını ve bu çalışmanın neticeleri esas alınarak gereken ıslah çalışmalarının yapılacağını öğrenince de biraz olsun ümidimizi koruduk.
Alaca rotası kavşağındaki dinlenme kayasına ulaştığımızda, aşağıdan peşimiz sıra gelenler olduğunu gördük. Dürbünle baktığımda genç bir çift ve sırt çantalarında bebekleri olduğunu fark ettik. Orman üst sınırındaki dinlenme kayasına vardıklarında onlar da mola verdiler. Hemen yanlarına gidip hoş beş ettik. Kanadalı imişler…1,5 yaşındaki kızları da onlarla beraber dağlarda geziyor. Türk annelerinin hangisi böyle bir maceranın içine sokar bebeğini diye düşünmeden edemedik…
Mola kayasında, buzul vadisinin tabanındaki muhteşem Mangırcı ormanı manzarasına karşı keyifle çayımızı yudumladık. Cengiz hoca, havanın bozabileceği ihtimaline karşın erken dönmemizi önerince, çıktığımız patikayı tersine kullanarak ana kamp alanına döndük.
DEMİRKAZIK DAĞEVİ
Çamardı’da kalacak bağ evimiz olsa da, Ahmet’in pansiyonu bize her türlü konforu sağlasa da Demirkazık Dağevi’nden vazgeçemiyoruz. 1990’ların başında Dağevi personeli ile kurduğumuz dostluklar günümüze kadar devam etti. Halil abi, Murat, Abdurrahman Avcı ve İbrahim Turasan kurucu kadro idi. Birkaç yıl sonra aşçı kadrosuna Orhan dahil edildi. O kadrodan günümüze ulaşan, sadece İbrahim ve Orhan oldu. Bu ziyaretimizde Karamık’lı Okçu ailesinden birkaç personelin istihdam edildiğini gördük. Nimet Okçu’nun oğlu Bilal de burada çalışmaya başlamış. Ayrıca Şerafettin ve Özkan Okçu da kadroya eklenmiş. Gece boyunca İbrahim’in odasında sohbet ettik. Urkeklik ve Yaban Keçisi sohbetleri ve 1996’da yaptığım Demirkazık zirve tırmanışı sonrası dağda tek başıma kalma hezimetim anlatıldı, gülündü, eğlenildi. Geçen kış, kardan etkilenip aç kalan ve hastalanan ibex’in Dağevi’ne sığınması ve aşçı Orhan’ın himayesinde bir iki gün bakılıp Milli Parkçılara teslim edilmesini masal kıvamında dinledim. Bilal de meşhur urkeklik anekdotuyla muhabbeti tamamladı: Çocukluğunda evlerinin avlusunda oynarlarken bir anda tandırın arkasındaki çalılığa büyük bir karaltı girdiğini ardından da koca bir kaya kartalının dalış yaptığını görmüşler. Tandırın ardına sığınan mahluğun besili bir urkeklik olduğunu fark etmeleri çok sürmemiş. Urkekliği tutup beslemişler. Ibex ve urkekliğin akıbetini net olarak öğrenemedim. Sanırım İbex Milli Parkçılara teslim edildikten sonra fazla yaşamamış. Urkeklik ise muhtemelen doğaya salınmış.
21 Eylül sabahı erken uyandım, niyetim Cimbar Boğazı’na doğru yürüyüşe çıkmaktı ancak Kurban Bayramı’nı Dağevinde geçirmek üzere burada konaklayan ve her hallerinden Torosların müdavimi oldukları belli olan, dağcılık ve kampçılık deneyimleri yüzlerine vuran bir ekiple sohbete daldım…”Ne mutlu size” diyerek lafa girdim. Bayramınızı atamın dedemin mekânında geçiriyorsunuz. Ardeşenli meşhur dağcı-bestekâr-gönül adamı Prof. Yılmaz Ergün idi karşımdaki. Adana’da görev yapmakta olduğundan bu bölgeye sürekli geliyormuş. Muhterem eşi, oğlu ve arkadaşları ile birlikte gelmişlerdi. Oğlu Dr. Yusuf Ergün de kendisi gibi tıp adamıydı. Dağcılık, Yılmaz hocanın kanında vardı. Ortak konularımız muazzam seviyede olduğundan hoca ve ailesi ile üç saatten fazla sohbet ettik. Oğulları 10 yaşındayken Demirkazık zirvesine çıkarmışlar; ben böyle bir şeye asla cesaret edemem, zira Demirkazığa tırmanırken hissetiğim boşluk duygusu hala rüyalarıma girer, ter içinde uyanırım. Oğlanları böyle bir tırmanışa götürmem için Ardeşenli olmam lazım. Çamardı’ya bayram ziyaretine gideceğimiz için muhabbeti kısa kesmemiz lazımdı. Vedalaşıp ayrıldık. Tez zamanda müthiş dostlar edinmiştik… Bu ekiple bir etkinlik yapmak keyifli ve heyecanlı olacaktı. Mükemmel bir tatil sona ererken sağlık üzere ata yurduma yeniden gelmek temennisiyle veda ettik büyüklerimize, toprağımıza ve dostlara…
Yazı: Alper GÖNCÜ
Fotoğraflar: Dr. Cengiz KAYACILAR